Kendini Bilmek / Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

Asırların ötesinden seslenir, Yunus…

İlim, ilim bilmektir./İlim, kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen,/ Bu nice okumaktır?

O’nun sadece bu sözleri hayata geçirilebilseydi, hem ilim elde zihniyeti kazanılır, hem de boşa okunmamış olurdu.

Eski Yunan’da bir tapınağın üzerinde de “kendini bil” yazısı vardır. Birçok eski filozof konu üzerinde
 fikir yürütmüştür. Bu söz daha çok, “her şey insanın içinde” düşüncesiyle izah edilmiştir.

Geçmişe bakıldığında pek çok düşünür, ilmî disiplinler,
özellikle de psikoloji ve felsefe ekolleri insan konusunda farklı değerlendirmeler yapmıştır.

Problem ve tartışmalar daha çok, insanın bir tarafına bakıp, “tamamı budur” denilmesinden kaynaklanmıştır…

İslâm kültürü içersinde gelişen tasavvuf ekolleri ise konuyu genelde, “Kim kendini bilirse Rabbini bilir” şeklinde dile getirmiştir.

Hz. Ali’nin şu sözü de çok meşhurdur:

-Ey insan! Kendini küçük bir canlı sanıyorsun… Halbuki senin içinde büyük bir âlem dürülmüştür…

Demek ister ki, insan küçük bir kâinattır.

Kur’an ve diğer kutsal kitaplar da insanın yaratılışından ve çeşitli özelliklerinden söz eder…

Bu düşünceler ve yaklaşımlar ışığında, yıllardır öğrencilere “kendilerini tanımaya yönelik bir form” sunarım.

İlk önce biraz şaşırırlar.

Bakınız, neler var, bu soruların içinde?

Hayattaki amacı, Fakültesini ya da okulunu tercih sebebi, bölümünden memnun olup olmadığı, başkalarından farklı olan yönleri ve yetenekleri, gerçek olarak hayatta neyi istediği, kibirli olup olmadığı, hangi şartlarda ümitsizliğe düştüğü, kendisine tapıp tapmadığı, kendi sınırlarını bilip bilmediği, etkisinde kaldığı kişi ve kitaplar, eleştirilere karşı tavrı, hangi yeteneğini geliştirdiği, başkalarına niçin kızdığı, olumlu ya da olumsuz alışkanlıkları, yok olmasını istediği kişilerin olup olmadığı, zevk alarak yaptığı işler, başkalarının kendisini nasıl gördüğü, nasıl görünmek istediği, kendisinin ve çevresindekilerin bir hastalığı olup olmadığı, isminin anlamı ve veriliş sebebi, ailede kaçıncı çocuk olduğu, cinsiyetinden memnun olup olmadığı, özür dileyebilme yönü, hayatından ve hatalarından ders çıkarıp çıkarmadığı, spor, sanat ve musiki ile ilgisi, hangi alanda derinleşmek istediği, akademik çalışmayı düşünüp düşünmediği, birlikte çalışmayı sevip sevmediği, severek ya da nefret ederek çalıştığı dersler, ülkenin ve insanlığın problemleri ve bunlara yönelik çözüm teklifleri, yakınları, komşuları, arkadaşları ve birlikte yaşadığı kişiler hakkındaki düşünceleri, dilini, örfünü, kültürünü ve medeniyetini yeterince bilip bilmediği, sevmediği davranışları, yapmak istediği bazı güzel işleri neden yapamadığı vs…

Tabiî ki bunlar yeterli değil. Ancak kendisini daha fazla tanımak isteyenlere, farklı sorular yöneltilerek yardımcı olunmaktadır.

Yine bazı konferans, sempozyum ve sohbetlerde de bunları çeşitli şekillerde dile getirmeye çalışmaktayız.

Sonuçta ortaya çıkan şu:

Bizim insanımız kendisini pek tanımıyor. Dolayısıyla çevresini de… Üstelik bundan korkuyor da…

Verilen eğitim ve korkutucu telkinlerle beyni o kadar yıkanmış ki…

Haliyle bunun sonucunda, kendisine olan güveni de azalmış…

Bu “kendini tanımama” işi öyle acayip bir hastalık ki; buna yakalanan kişiler, kendi tarihlerini ve başka toplumları da tanıma ihtiyacı hissetmiyor.

O zaman karşımıza, aklını kullanamayan, doğru söze kulak tıkayan ve her türlü yönlendirmeye müsait bir toplum, yani “yığın” çıkıyor.

Öyle bir nesil yetiştirdik ki…

Şu hale bakınız…

Sivil bir anayasa bile yapılamıyor!

Gerçekten yapılamıyor…

Çünkü yetiştirilen nesil, nerdeyse iki yüz yıldır “kendisini unutma” eğitimine tabi tutulmuştur.

Yazılan hikâyelere, romanlara, okunan şiirlere, ders kitaplarına, eğitim için belirlenen amaçlara, yetiştirilen öğretmenlere, çevrilen filmlere, sahneye konulan oyunlara, atılan nutuklara, hazırlanan programlara ve verilen sözlere bakılınca bunlar açıkça görülür.

Diğer taraftan anlamsız yasaklar, kınamalar, alaylar, suçlamalar, bir kesimin diğer kesimi hain olarak görmesi, gücü elinde tutanların kendi dışındakileri adam yerine koymaması, yerli ve yabancı işbirlikçiler, düşünme bilincini nerdeyse yok etmiş… Bu yüzden herkes, adetâ kendisinden kaçıyor.

Maalesef bu işte hukuktan kanunlara, dinî anlayışlara, siyâsete, kurtuluş ve kuruluş felsefelerine ve yanlış tarih dayatmasına varıncaya kadar her şey, pervasızca istismar edilmiş ve kullanılmıştır.

Sonuçta da haliyle, her alanda tüketici bir kafa tipi oluşmuştur.

İnancımız odur ki, bir gün bu kırmızı çizgiler aşılacak!..

O zaman yeni nesiller daha hür ve müteşebbis olacak…

Yalnız o yarınlar için, şimdiden çok iyi hazırlık ve fedakârlık gerek.

Yoksa, bütün beklentiler boşa çıkar…

Editör : Bekir AKKAYA

Yorum bırakın